Datça Kültür Sanat Dayanışması'nın emektarlarından M. Özgür Mutlu'nun üçüncü öykü kitabı Dünyanın Çivisi vesilesiyle pArşömen#sanal fanzin bloğunda Onur Çalı'nın kendisiyle yapmış olduğu söyleşiyi yayınlıyoruz.
Yayınlıyoruz çünkü. Bizler Datça'da elbette onu tanıyoruz ama, onun hayat seyrinden parçaları, edebiyat dünyasıyla buluşmasının ayrıntılarını, dünyaya hangi pencereden nasıl baktığını aşağıda yayınladığımız söyleşideki kadar derinlemesine bildiğimiz söylenemez.
Bu bakımdan mutlaka okunması gerekenlerden bir söyleşi...
DKSD
* * *
* * *
M. Özgür Mutlu ile Söyleşi: Dünyanın çivisi çıktı mı?
M.
Özgür Mutlu’nun yeni kitabı Dünyanın Çivisi geçtiğimiz
günlerde Sel yayınları arasında yayımlandı. Bu, Özgür
Mutlu’nun üçüncü öykü kitabı. Biz de bunu vesile edip bir
söyleşi gerçekleştirdik Özgür’le.
Yıllar
yıllar önce, Dikili’deki Barış Şenliğine konuk olan Yılmaz
Odabaşı’ndan duymuştum. “Çok sevdiğiniz bir şair ya da
yazarla tanışmak, gölün üstünde süzülürken uzaktan
hayranlıkla seyrettiğiniz bir kuğunun iç organlarını görmek
gibidir” demişti mealen. Yıllar içerisinde bu sözleri
doğrulayacak yazarlarla tanışmadım değil, ama tersi de oldu
elbette. Özgür Mutlu da Yılmaz Odabaşı’nı haksız
çıkaranlardan oldu benim için. Özgür ile geçtiğimiz yaz bir
araya geldik. Çok keyifli bir akşamdı. Biraz da bu
arkadaşlığımızın verdiği teklifsizlikle farklı bir yol
izledik söyleşide. Yüzyüze sohbetin yerini hiçbir şey tutmaz
ama yüzyüze’ye en yakın olabilecek bir yolu izledik. Önce ben
bir soru sordum, Özgür yanıtladı. Gelen cevap üzerine bir soru
daha ve böylece bir hafta içinde tamamladık söyleşiyi. Keyifli
ve samimi bir söyleşi oldu. Umarım siz de keyifle okursunuz.
Onur
Çalı
Ben
M. Özgür Mutlu ismini ilk kez Yaşar Nabi Nayır Ödüllerinde
duymuştum. Bir de söyleşini okuduğumu anımsıyorum. Askerlik
yaparken resmi yazıları trenle başka şehirlere götürdüğünü
okuyunca çok imrenmiştim. Üçüncü kitabı yayımlanmış bir
öykücü olarak tanıyan tanıyor seni zaten ama yeni tanışacaklar
için biraz kendinden, Dünyanın Çivisi’ne gelene
kadar geçtiğin okuma-yazma-yayımlanma süreçlerinden bahsedebilir
misin?
Evet,
askerliğimi dış posta olarak yapmıştım. Her hafta on saatlik
Van Gölü Ekspresi yolculuğu ile Kırıkkale ve oradan Ankara’ya
gidiyordum. Hiçbir yere ait olmadığım çok farklı bir dönemdi.
Ne askerliğe alışabilmiş ne de sivil hayattan kopmuştum. Trenin
aşırı sıcak ya da buz gibi kompartımanlarında evrak çantası
başımın altında uyuklarken hayalle gerçek arası bir yerlere
durmadan savrulduğumu hissederdim. Van Gölü
Ekspresi kitabımdaki öykülerin de birçoğunu trende
yazdım ya da notlarını aldım. Bazen hala o trende yolculuk
yaparken görürüm kendimi rüyalarımda. O dönemdeki öykülerle
2011’de Yaşar Nabi Nayır ödülü aldım ve dosya Varlık
Yayınları tarafından basıldı.
Öykü
yazma ve yayımlama süreci elbette daha eskiye dayanıyor. Harika
bir ilkokul öğretmenim vardı. Adını anmaktan her zaman mutluluk
duyarım: Bedriye Aksakal. Manisa’da Ali Rıza Çevik İlkokulu’nda.
Onun sayesinde okumayı sevdim. İlkokulu tamamlayamadan Manisa’dan
ayrılınca yazmaya da onunla mektuplaşarak başladım. Evimizde
fena sayılmayacak bir kütüphanemiz, kütüphanemizde toprak kokan
kitaplar vardı. Lise döneminde geri döndüm Manisa’ya. Edebiyat
fanzini çıkardık arkadaşlarımla. Taşradan kaçmaya çalışan,
bunalmış, sıkkın, kıstırılmış, parklarda geceleri şiir
okurken polisin uyuşturucu müptelası sanıp sopalarla kovaladığı
ergen gençlerdik.
Üniversite
yıllarında okuma ve yazma süreci de hızlandı. Yazdıklarım
öyküye dönüşmeye başladı. Kendimi anlatmak yerine başkalarını
ve durumları anlatmaya başladım. Kendimi silip anlatıcı
kimliğiyle cümlelere sızmak çok hoşuma gitti. Dergilerde
öykülerim yayımlanmaya başladı böylece. 2007 yılında Varlık’ta
öyküm çıkınca uzun süre bu mutlulukla yaşadım. 2011’deki
ödül elbette beni yazma konusunda müthiş cesaretlendirdi. Bir
yandan da korkutucu bir durumdu. 2016 yılında NotaBene
yayınları Karton Ev isimli dosyamı basmayı kabul
etti. O dönem Ankara’dan da göçmüştük. Farklı bir
coğrafyanın rengi de sızdı öykülere.Karton Ev, en
azından benim önemsediğim kesim tarafından görüldü ve sevildi
sanıyorum. İkinci kitaplar ilk kitaplardan daha önemli bence.
İlkinin yeri ikincinin gelişine göre belirleniyor. Sonra Karton
Ev öykülerinin şarkılarını yaptı bir arkadaşım
biliyorsun. O sayede yeni bir macera başladı. Sahneyle tanıştım.
Çalıp söyledik. Şu sıralar benim oynayacağım, öykülerden
birinin şarkılı bir oyununu da hazırlıyoruz. Nereye varır
bilmiyorum ama çok heyecanlı bir süreç. Bazı öyküleri kısa
film için senaryolaştıran dostlarım oldu. Benim için tam
anlamıyla tatmin olduğum, sonuna kadar kitabın etkisini
hissedebildiğim, birçok dost edinmeme vesile olan bir süreç
yaşandı ve kısmen devam ediyor.
Böylece Dünyanın
Çivisi’ne vardık. Yayıncılığını her zaman beğendiğim
ve takip ettiğim Sel Yayınevi bu dosyayı kitaplaştırdı. Kitap
editörüm Öykü Özçinik’le uzun ama keyifli bir çalışma
dönemi geçirdik. Okumak ise çoğu zaman benim için yazmak kadar
sancılı, okudukça ne çok şey okuyamadığımı hissettirip
yükümü artıran bir eylem. Edebiyat, okumak ve yazmak elbette
yaşadığımız dönemde, sanırım her dönem için de az çok
böyleydi, tutunacak bir dal uzatıyor bana, sımsıkı sarılıyorum
ben de.
Ben
ayrıca soracaktım ama madem bahsettin ek yapayım: Biz şiirlerin
bestelenmesine alışığız. Çok iyi örnekleri de var bunların.
Hatta birlikte anılan şairler ve müzisyenler bile vardır,
bilirsin. Nedir, bir öykünün bestelendiğine, eğer yanılıyorsam
cahilliğim bağışlansın, ben ilk defa şahit oluyorum. Bununla da
bitmiyor, siz birlikte performans sergiliyorsunuz. Biz kıl payı
canlı izlemeyi kaçırmıştık bu yaz ama sanırım Youtube’dan
ulaşabiliyoruz değil mi bazı işlerinize? Biraz açalım bence,
önemli çünkü.
Açıkçası
ben de rastlamadım böyle bir işe Onur, en azından bizim
buralarda. Belki vardır, bilemiyorum. Fakat Karton
Ev-Öykülerden Şarkılar işinden
bir şekilde haberdar olan kimse benzer bir örneği olduğunu
söylemedi. Notos’un
geçen sayısında tema müzik ve edebiyat üzerine idi. Orada
yalnız, Çiğdem Öztürk’ün yazısında Ulysess’teki Molly
Bloom’un monoloğunun Kate Bush’un “The Sensual World”
albümünde kullanıldığını öğrendik. İlk başta Joyce’un
varisleri sözleri kullanmasına izin vermediğinden sözleri
doğrudan aktaramamış şarkıya ama yirmi iki yıl sonra çıkan
izinle kullanım hakkı verilmiş. Böylece güftesi orijinal James
Joyce olan “Flower of the Mountain” şarkısı 2011
yılında Director’s
Cut albümünde
yer almış. Bu oldukça bizim işe benzeyen bir durum. Bizim
hikayemiz kısaca şöyle: Besteci arkadaşım Eren Çelim bir
gün Karton
Ev öykülerini
çok sevdiğini ve bir öykünün şarkısını yapacağını
söyledi. İlk gönderdiği şarkıyı duyunca çok şaşırdım
çünkü sözler neredeyse birebir öykünün içindeki
cümleciklerdi. Böyle bir şey hayal etmemiştim doğrusu. Gerçekten
de öyküyü anlatan, öyküyü bir yerinden tutup yeniden üreten,
öykünün şarkısıydı. Zaman içinde Eren, kitaptaki 16 öyküye
de birer şarkı yaptı, hepsinin de sözleri öykü sözlerinden
alınmıştı. Biz buna hasat etmek dedik, sanırım en iyi anlatan
ifade bu. Büyük mutluluk tabii benim için, artık öykülerimin
şarkılarını dinleyip söyleyebiliyorum. Sonraları bu işi
insanlarla paylaşmak istedik. Birlikte yapacağımız bir gösteri
tasarladık. Ben öykü içinden pasajlar seçtim. Eren şarkıyı
çalıp söylüyor, belirlediğimiz yerlerde de ben araya girip
öyküden bölümler okuyorum. Baktık ki hiç de fena olmuyor, bunu
sahnelemeye karar verdik. Sanırım birkaç hafta sonra (Kasım
başlarında) dördüncü performansımızı sergileyeceğiz. Çok
güzel tepkiler alıyoruz. Bu arada bize cajon, duduk, keman çalan
birçok arkadaşımız zaman zaman katılıyor. Bir proje işi
olmayıp tamamen gönüllülük esasına göre ilerlediği için
ortaya güzel paylaşımlar çıkıyor. Bu arada birkaç video klip
çektik ve gösterilerden kayıtlar aldık kendi imkanlarımızla. En
önemli sorunumuz stüdyo kalitesine yakın kalitede kayıt alamıyor
oluşumuz. Hayalimizse şarkıları hakkıyla kaydedebilmek ve bir
gün Karton
Ev’in
yeni baskısının bu şarkılarla birlikte çıkması. Bu
arada Öykülerden
Şarkılar farklı
çevrelerin de dikkatini çekmeye başladı diyebilirim. Umarım bir
gün sana da bu şarkıları canlı dinletme şansına erişiriz.
Umarım
gerçekleşir bu hayaliniz. Dünyanın Çivisi’ne
geleceğiz yavaştan ama siz bu gösterileri Datça’daki çeşitli
mekanlarda gerçekleştirdiniz (belki davetler olur ve başka
şehirlere de gidersiniz ileride) çünkü sen birkaç yıldır
Datça’da yaşıyorsun. Klişe bir soru belki ama yine de sormak
istiyorum. Adalet Ağaoğlu, günlüklerinden oluşan Damla
Damla Günler’in bir yerinde “Cağaloğlu, Ankara yazarını
bir türlü ciddiye almamıştır. Ya Batı’dan, yani İstanbul’dan
olacaksın, ya iyice Doğu’dan” diyor. Bu tespit (ya da gözlem)
yalnızca Ankara’da bulunan yazarlar değil, İstanbul dışında
yaşamını sürdüren tüm yazarlar için rahatlıkla söylenebilir.
Bir kitap fuarında, İstanbul’da yaşayan ünlü bir çevirmen
bana da sormuştu: “Nasıl, Ankara’dan çok zor oluyor değil
mi?” diye. Benim cevabım saklı kalsın. Sen ne diyorsun: Datça
gibi hem merkezden (İstanbul’dan) uzakta hem de büyükşehir
olmayan bir yerde bulunmak, senin okur-yazarlığını nasıl
etkiliyor? Yazarlık tek başınalığı gerektirir ama edebiyat
konuşabileceğin, paylaşabileceğin bir çevren var mı? “Uzakta”
olmak senin edebiyat dergilerine, yayınevlerine ya da kısaca
edebiyat ortamına (piyasasına mı demeli) erişimini nasıl
etkiliyor?
Ben
2007’de ve 2011’de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülleri’ne
başvurmuştum. İlkinde dikkate değer görülmüştü dosyam,
ikincisinde ise seçilmişti. Aslına bakarsan bu çabam temelde
merkezin beni görmesi içindi diyebilirim. Benim İstanbul’a
ulaşma şansım yoktu, yayıncılık çevrelerinde tanıdıklarım
da yoktu. Ankara’da ilk zamanlar kendi dergimizi çıkarıyorduk:
“düşe-yazma”. Orada ve birkaç başka dergide öykülerim
yayımlanmaya başlamıştı ama elbette daha çok okunan, bilinen
dergilerde olmak istiyordum. Yarışmalar, eğer gerçekten sağlıklı
ve objektif bir seçim yapılıyorsa tabii, taşradaki yazar adayları
için her zaman bir umut kapısı olmuştur. Ben bu yarışmalarla
okyanusa şişe içinde bir not göndermiştim üstünde dolanıp
durduğum adadan. Ne mutlu ki karşılık buldu, kendimi şanslı
hissediyorum.
Taşrada
olmanın yayıncılara uzak olmak konusunda bir dezavantajı olduğu
kesin. Ancak günümüzde bilinen ve akla hemen gelen anahtar
kavramlarıyla ve elbette coğrafya dışındaki anlamlarını
dışarıda bırakırsak taşra ve merkezin kavramsal olarak
bulanıklaştığını söylemek gerek. Eski taşra yok artık ya da
taşra eskisi gibi değil. Teknolojinin ilerlemesi, internet, sosyal
medya taşranın mahrumiyet alanlarını çok daralttı. Eskiden
günlük gazetelerin en iyi ihtimalle bir gün sonra ulaştığı
Datça gibi taşra kasabalarında, şimdilerde herkes elindeki
telefonla ya da bilgisayarıyla dünyanın herhangi bir yerinde
gerçekleşen bir hadiseden saniyeler içinde haberdar olabiliyor,
dijital kütüphanelere ulaşabiliyor, sosyal ağlar içindeki her
kesimden insanla iletişime geçebiliyor, yeni çıkan kitapları
sipariş edip birkaç gün içinde edinebiliyor. Taşra, merkezin
hızına yaklaşmış, aradaki makas kapanmış durumda. Artık
birçok yayınevine mail atarak dosyanızı gönderebiliyorsunuz.
Belki merkezde olup dergi ve yayınevi yöneticilerine, editörlerine
birebir ulaşmak, edebiyatın nabzının attığı toplantılara,
söyleşilere, imza günlerine katılmak, kendine bir çevre edinmek
daha işlevsel olabilir. Ancak bu da sanırım okuma yazmaya
ayrılabilecek sürenin bir nebze daha kısalmasıyla ve insanın
farkında olmadan bir şeylerin peşinden koşarken ulaşabileceği
edebi derinliği ve gerçek amacını yitirmesiyle de sonuçlanabilir.
Elbette
her taşra aynı taşra değil. Datça bir sanatçının
beslenebilmesi için, en azından dediğin gibi edebiyat ya da sanat
konuşup paylaşabilmesi için uygun şartları ve çevreyi sunuyor
bana. Aslında büyükşehre nazaran sanat ile ilgilenen insanların
birbirlerini bulması, konuşması, birlikte bir şeyler yapması çok
daha kolay ve hızlı oluyor. Sonuçta gittiğimiz yerler sınırlı,
yapılan etkinlikler sınırlı sayıda, pazar, çarşı küçük.
Sözgelimi İstanbul’da bir marangozhanede sevdiğin bir
karikatüristle karşılaşıp tanışma ve sohbet etme olasılığın
nedir? Ben Datça’da sanayide bir arkadaşımın marangozhanesinde
Yılmaz Aslantürk’le (Otisabi) tanıştım. Seramik heykellerine
ahşap kaideler yaptırmak istiyordu yanlış hatırlamıyorsam.
Demem o ki bin tane karikatürist yaşamıyor kasabada ama bir tane
varsa onunla mutlaka tanışıyorsun bir yerde. Sanayide İsa İnan
var mesela. Üç kitabı olan bir şair, iyi de bir şair, oto
tamircisi. Mutlaka tanışmalısın. Atölyesini gördüğüm ilk
anda dumura uğramıştım. Dükkânın içi kitaplarla, tablolarla,
sanat etkinliklerinin afişleriyle, gazete-dergi kesikleriyle dolu,
klasik müzik çalıyor, bir yanda bilgisayarı açık, şiirleri
orada, geri kalan her şey bir oto tamircisinde görebileceğin
manzarayı oluşturuyor. İsa Abi kâh arabanın altında kâh motora
eğilmiş bir şeylerle uğraşıyor, arada kafasını uzatıp bir
dizesini okuyor, nasıl diye soruyor. Sözün özü taşra artık en
çok kafalarda var olabilir, sınır belirsizleşmiştir. Sıkıntı,
kaçıp kurtulma isteği, yoksunluk, geri kalmışlık, teslimiyet,
uzakta olmak bana kalırsa büyükşehirde yaşayan insanın da
hayatında olan kavramlar. Sanatçının yaşadığı yer ne taşra
ne merkezdir diyor Hasan Ali Toptaş, onun vatanı dildir. Evet ancak
ürettiği sanat eserinin çevresidir sanatçının yaşam alanı,
yazarsa kâğıt, heykeltıraşsa yontuğu taş, ressamsa tuvali,
fotoğrafçıysa vizörü gibi. Asla onu terk etmeyecek arkadaş
çevresi de kütüphanesidir.
Burada
yaşayan sanatçıların ve kültür insanlarının bir araya geldiği
bir oluşum da hayata geçti yakın geçmişte. Datça Kültür Sanat
Dayanışması adı altında birçok edebiyatçı, ressam,
fotoğrafçı, heykeltıraş bir araya geldi. Geçtiğimiz yıl Can
Yücel Kültür Sanat Festivali’ni imeceyle gerçekleştirdik, bu
yıl dünya barış gününü kutladık, kent söyleşileri
yapıyoruz. Sırada bir de kültür sanat yayını var.
Elbette
yerleşik anlamıyla taşrada yaşayıp bir sanat dalıyla ilgilenmek
üzerine daha çok şey söylenebilir, üreticiliği nasıl
etkilediği, güçlükleri, zaman zaman beliren kalabalığa karışıp
görünmez olma isteği, yaşadığımız yerin ürünlerimizi nasıl
etkilediği, şekillendirdiği. Bu konuda söyleyecek çok şeyim var
ama lafı daha fazla uzatmayayım. Sonuçta ben halimden memnunum.
Zaten
nerede olursan ol, edebiyat sanat konuşup paylaşabileceğin (hoş,
bunun da bir ihtiyaç olup olmadığı tartışılır ya) birkaç
kişi varsa, yeter. “Her taşra aynı taşra değil” sözüne
de katılıyorum. Datça, bu açıdan verimli, canlı bir yer gibi
geldi bana. Şanslısın. Yavaştan Dünyanın Çivisi’ne
gelelim artık. Calvino, Varolmayan Şövalye’nin (Ada
Yayınları, 1985) önsözünde şöyle diyor: “[M]arifet işçi
sınıfından, gündelik şiddet olaylarından söz ederken masalsı
olabilmekti, şatolardan, kuğulardan dem vururken masalsı olmak
herkesin harcıydı.” Dünyanın Çivisi’ndeki
öyküleri okudukça Calvino’nun yakın zamanda okuduğum bu
sözleri geldi aklıma. Öykülerin tonu zaman zaman masalsıya,
fantastiğe, hatta belki büyülü gerçekçiliğe göz kırpıyor
gibi geldi bana. Kitabın bütünü için söylüyorum bunu. Burada
kitaptaki öykülerden tek tek bahsetmek hem senin için hem de
öyküleri okuyacaklar için sıkıcı olabilir. Nedir, bazı
öykülerden bahsetmeden geçemeyeceğim. “Sol Kolumun Hikâyesi”
bunlardan biri. Bu öykü, Calvino’nun sözlerini en çok
hatırladığım öykün oldu. Bu öyküde ilk akla gelen resmi
makamların, zalim bir dille “Hayata Dönüş Operasyonu” olarak
adlandırdıkları katliam oluyor. Ama onunla da sınırlı değil.
Bireyin özgürlüğünün otorite tarafından (başka öykülerde de
karşılaştığımız “duvar” metaforuyla) kısıtlandığı tüm
durumlar da geliyor akla. Annenin hastalığı ve ölümü, dedenin
ölümü, mahpusluk gibi somut ve acı gerçekleri anlatırken acı
bir dil kullanmıyorsun. Dahası, “[B]abam beşiğinden kalkmış,
rakı dolu bardağını sıkı sıkı kavramıştı” gibi cümleler
de var. Bu öyküyü yazma sürecin nasıl oldu? Üzerinde çok
düşünülmüş, çalışılmış bir öykü gibi geldi bana.
Bu
öyküyü ilk oluşturma tarihime baktığımda 2004’ü görüyorum,
notlarını çok daha öncelerde almıştım. Sol Kolumun
Hikâyesi kitaptan önce 2015 yılında Kurşun Kalem
dergisinde yayımlanmıştı. Birçok kez yazıp bozduğum bir öykü
oldu. Hepimizin büyük yitirişleri var, hem kişisel hem de
toplumsal tarihimizde. Hayatımızda büyük yarılmaların yaşandığı
anlar, büyüdüğümüzü, saflığımızı yitirdiğimizi
hissettiğimiz olay ve durumlarla imleniyor. Sadece kendi
deneyimlerimizle değil, tanık olduğumuz travmalarla da
şekilleniyor acı. Maruz kaldığımız gerçeklik bazen o kadar
katı, dayanılmaz, inanılması güç oluyor ki bu bizim zihnimizde
yeni bir kapı açıyor, bizi oradan kaçırıp, masalsı, bazen
ironik bazen absürt, gerçekliğin eğilip büküldüğü bir
düzleme taşıyor. Yoksa örneğin 301 madencinin ölümüne nasıl
dayanacaksın, bir kız çocuğunun tecavüz edilerek öldürüldüğüne?
Delirmemek mümkün mü? Ya delireceğiz ya becerebilirsek görmezden
geleceğiz ya da gerçekliği gösterilebilir, algılanabilir bir
hale getireceğiz. Edebiyatçıların yapmak istedikleri bu olmalı,
acıyı da, mutluluğu da, sıkışmışlığı da, akla başka ne
gelirse, gösterebilecek bir dil geliştirmek. Acıyı, acı bir
dille aktarmak ne kadar mümkün, etkisi ne olur? Başarılabilir mi?
Öykülerin, romanların sadece bir anın bile sonsuz sayıdaki
detayının görüntüsünü ve gerçekliğini anlatması mümkün
değil. Seçmemiz gerekiyor, neyi nasıl kavrayacağımızı, dilini
yeniden kurmamız gerekiyor, melodrama yaslanamadan gerçekliği yeni
bir formla metne ait kılmak gerekiyor kanımca.
Örnek
verdiğine benzer acı deneyimlerimizi, kahredici olayları konu
edinen öykülerde melodrama düşmek çok olası zaten. Acının
romantize edildiği, okuyanların yalnızca ve doğrudan “duygusal”
taraflarına “oynayan” öykülerden çokça var. Sen bu tuzağa
düşmemişsin. Yine kitabın bütünü için geçerli olan bir şey
daha var bana kalırsa: Durmuş, oturmuş, dinlenmiş bir dil hakim
öykülere. Sözcük oyunlarına ya da başkaca yollara sapmayan,
kendi tonunu bulmuş, bundan emin bir yazarın sesi geliyor
öykülerden. Sol Kolumun Hikâyesi’nin neredeyse on
beş yıllık demlenme sürecine bakılırsa da aceleci değilsin
sanırım yayımla(n)mak konusunda.
Aceleci
davrandığım durumlar oldu. Bir istek üzerine yazdığım bir
öyküyü bir dergiye göndermiştim, yayımladılar. Bir keresinde
de sırf bir dergide görünmek için o kadar da benimsemediğim bir
öyküyü gönderdiğim oldu, o da yayımlandı. İkisinden de
pişmanım. Ancak geri dönüşü yok, onlar dergilerde yer almayı
sürdürecek sonsuza dek, hatırlayan olur mu bilmiyorum, umarım
olmaz. Bu nedenle metne zaman tanımak çok önemli. Bazen ilk yazımı
bittikten sonra her şey göze pek güzel gelebilir, ancak bir süre
sonra baktığımızda cümlelerin pis pis sırıttıklarını görme
ihtimalimiz çok yüksek. Ben öykünün yayımlanma zamanının
geldiğini öyküden usandığımda anlıyorum, artık benden kopmak
istiyor ya da ben ondan kopmak istiyorum. Bu usanmışlık mutlu
sonla bitecek diye de bir kural yok tabii, onu onlarca talihsiz
metnin kaynaştığı başarısız denemeler klasörüne göndermek
gerekiyor. Özellikle güvendiğim, inandığım metinlere çok uzun
zaman tanıyorum. Bu yılları bulabiliyor. Deneme yanılmaya da
imkân tanıyan, birkaç versiyon çıkardığım zaman aralıkları
mutlaka gerekli. Çoğu kez oturmayan şeyler oluyor, dilde,
anlatımda, karakterde. Rahatsız edici, iğreti duruşlar ancak ve
ancak araya yeteri kadar zaman koyup, metne yabancılaşıp tekrar
ele aldığımızda çözümleniyor, baştan yazmak gerekiyor,
anlatıcıyı, metnin zamanını değiştirmek, en baştan yazarak
dili değiştirmek gerekiyor, bazense birkaç ufak dokunuş ve
değişiklikle taşların yerine oturduğunu hayretle görüyorum.
Yayımladığım öyküler genellikle bu süreçlerden geçmiş
oluyor ama bu tabi kusursuz metinler olduğu anlamına asla gelmiyor.
Görebildiğim kusurlardan elimden geldiğince arındırılmış,
belli ölçülerde beni tatmin eden ve sonunda üzerinde kalem
oynatmaktan usandığım metinlerden kurtulmam gerekiyor. Bu aşamada
bile özellikle kitaba taşınan öykülerde, editörün bakışından
geçtikten sonra birçok müdahale edilmesi gereken, nasıl da
düşünmemişim ya da gözümden kaçmış dediğim arızalar ortaya
çıkıyor. Sonuçta bir metnin iyileştirilme süreci asla bitmez,
insan ömrü boyunca tek bir metin üzerinde çalışabilir isterse,
yine de bir başka göze batan tarafları olacaktır. Bir noktada
sevabıyla günahıyla vedalaşmak gerekiyor. Şu bir gerçek ki
metne tanıdığımız zaman ne kadar uzun olursa, dil o denli
kendini bulmuş, fazlalıklardan arınmış daha temiz bir hal
alıyor. Bahsettiğin öykünün ilkel haliyle şimdiki arasında
dağlar kadar fark var yani, ismiyle cismiyle bambaşka bir şekil
aldı yıllar içinde.
Hem
Sol Kolumun Hikâyesi’nde
hem de kitabın ilk öyküsü Fotoşop’ta
“duvar”la karşılaşıyoruz. Duvarın iki tarafa (ve düşmeye
de) açık olması, özgürlüğün kısıtlanmasına işaret etmesi
ama duvarın üstündekine bir seçme özgürlüğü de sunması,
duvarların üzerine yazılan sloganlar… Duvar Dünyanın
Çivisi’nin
öykü atmosferinde önemli bir yerde duruyor. Senin için başka ne
anlamlara geliyor duvar, ne ifade ediyor?
Duvar
her zaman bir sınırı ifade ediyor elbette. Mülkiyetleri ayırıyor,
ideolojileri, inançları ve düşmanları ayırıyor, dışarıyla
içerinin, özgürlükle tutsaklığın arasındaki sınırı
çiziyor, zenginle fakiri birbirinden yalıtıyor, evle sokağı
ayırt ediyor. Her haliyle baskılayıcı, kinetik enerjinin
sönümlenerek belki de uzun süre kullanılamayacak olan potansiyel
enerjiye dönüşmesine neden oluyor. Bu katı ve acımasız yapılar
insanları sınırlamak için insan eliyle yapılmış güvenlik
temelli yapılar gibi gözükse de esas işlevi ötekini yaratmak ve
onu diğer tarafta tutabilmek gibi geliyor bana. Kentte ya da kırda,
insan elinin değdiği neresi varsa, orada duvarlarla
kuşatılmışızdır. Somut duvarlar kadar görünmez, soyut
duvarlarla da çevriliyiz. Kimi bize karşı yükseltilmiş, kimini
biz başkasına ya da kendimize karşı örmüşüz. Bu noktada
aklıma Hüseyin Kıran’ın Resul’ü geldi. Orada
varlığa karşı kendini kuşatacak şekilde ördüğü düşünce
kalıplarından ya da tuğlalarından duvarları çok canlı anlatır.
Varoluşumuzla, dünyayı algılayışımızla, kendimizi
konumlandırdığımız yerle ve dahası zayıflıklarımızla ve
çıkmazlarımızla ilgili bir problemdir elbette görünmez
duvarlar. Somut olanlara nazaran soyut duvarları yıkmak sanırım
daha zor, çünkü ne zaman nerede belireceği de bazen
öngörülemiyor. Duvarın ne tarafında olacağımıza ise zaman
zaman karar verebilsek de çoğu kez kendimizi bir bütünden ayrılıp
başka bir başka bütüne katılmış ya da yalnızlığa mahkûm
olmuş buluyoruz. Duvarın üstünde durmak imkânsız, üstünden
bir tarafa atar sonunda. Tüm bu nedenlerden ötürü, duvar metaforu
çoğu kez takıldığım ve üzerinde kafa yorduğum bir kavram.
Benim
sorularım bitti. Senin ekleyecek bir şeyin yoksa klasik soru ile
bitirebiliriz: Tezgâhta ne var? Yeni bir öykü kitabı mı yoksa
roman ya da novella mı?
Öykü
mutlaka olacak. Ondan vazgeçmem mümkün değil. Eğer şartlar
elverirse yeni öykü dosyamı oluşturup okurla buluşturmak
isterim. Üzerinde uzun zamandır çalıştığım iki roman var.
İkisinin de bütünlüğü sağlanmış durumda ama kararsızım,
hala bir editörle paylaşmak cesaretini gösteremedim. Belki
önümüzdeki süreçte bu da olur.
Bu
keyifli sohbet için, soruların için çok teşekkür ederim. Oturup
karşılıklı bir şeyler içemedik, bir masa başı sohbeti olmadı
ama masaüstü sohbeti oldu.
Son
olarak söyleşinin başlığında sorduğun soruyu yanıtlamak
isterim: Dünyanın çivisi çıktı mı? Evet, dünyanın çivisi
çıkalı çok oldu ve bu çiviyi yerine çakacak olan da
kadınlardır, kesin bilgi, yayalım.
Asıl
ben teşekkür ederim. Masabaşı sohbetimizi yine Datça’da ya da
belki Ankara’da yaparız artık. Dünyanın Çivisi okurunu
bulsun umarım.
Kaynak:https://parsomen13.blogspot.com/2018/10/m-ozgur-mutlu-ile-soylesi-dunyann.html?fbclid=IwAR2tN-aAZP20pxNSotinoaC5rQJY4QZptc_Z6bUl6RRWm2YtOj4f9Q-tLa4
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder